30 Eylül 2011 Cuma

Kuzey Londra Ateşi: Tottenham - Arsenal



4 sene Kuzey Londra'da yaşamış biri olarak Tottenham ve Arsenal arasında oynanan maçların tansiyonunu iyi bilirim. Kuzey Londra'da her zaman 2 tane büyük kulüp olmuştur. Aynı bölgede 2 tane büyük kulüp olduğu zaman işler her zaman daha heyecanlı fakat bir o kadar da stresli olmuştur.

EZELİ REKABET NASIL BAŞLADI?

2 Kulüp arasında oynanan ilk futbol maçı 19 Kasım 1887'de oynandı. Bu maç oynandığı sırada Arsenal Londra'nın Kuzeyinde değil, Güney kısmında, Plumstead ismindeki bölgedeydi. Zaten ismi de Arsenal değil ''Royal Arsenal''di. Bu hazırlık maçı, havanın kararmasıyla beraber ışıklandırma olmadığından dolayı 15 dakika önce, Tottenham'ın 2-1'lük üstünlüğü ile tamamlandı. 2 takımın aralarında oynadığı ilk lig müsabakası ise, 4 aralık 1909'da oynandı ve bu resmi maçı Arsenal 1-0 kazandı.



Aslında bu döneme kadar iki takım arasında ezeli rekabet söz konusu değildi. Ne zaman Arsenal Londra'nın güney bölgesi olan Plumstead'den, kuzeye doğru, şimdi bulunduğu Highbury'e taşında, işte o zaman ezeli rekabet de tam anlamıyla başlamış oldu. 1913'de Arsenal'in Highbury'de Arsenal Stadyumuna taşınması demek, Tottenham'ın sahası olan White Hart Lane'e sadece 4 mil ötede olması demekti. Her iki takımın ''Kuzey Londra''lı olduğu dönemde ilk karşı karşıya gelişleri, 22 Ağustos 1914'e dayanıyor. Arsenal o dönemde o zamanın adıyla League Two'da, şimdinin adıyla Championship'de mücadele ediyor. Tottenham ise o zamanın League One'ı, şimdinin Premier League'inde olmasına rağmen, Arsenal bu maçı Tottenham'ın sahası olan White Hart Lane'de 5-1 kazanıyor. Böylece aralarındaki ezeli rekabet resmen start almış oluyor.



HER İKİ TAKIMDA DA OYNAYAN FUTBOLCULAR

Tottenham'dan ayrılarak Arsenal'e giden futbolcular şöyle:




Arsenal'den ayrılıp Tottenham'a giden oyuncular:



KİM NE KADAR KUPA KAZANDI?

Eski adıyla League One olan şimdinin Premier League'ni Arsenal 13 kere kazanırken Tottenham 2 defa kazanmış. FA Cup'da Arsenal'in 10, Tottenham'ın 8 zaferi mevcut. League Cup, şimdiki ismi olan Carling Cup'ı Tottenham 10, Arsenal 8 kere kazanmış. İngiltere sınırları içinde kazanılan resmi kupalarda Arsenal'in 25'e 14'lük bir üstünlüğü söz konusu.

Avrupada herkesin tahmin edeceğinin tersine Tottenham'ın üstünlüğü var. Eski adıyla Kupa galipleri kupası şimdinin Şampiyonlar Ligi'ni Arsenal ve Tottenham 1'er defa müzesine götürmeyi başarmılar. Tottenham'ın Avrupada Arsenal'den daha çok kupa kaldırmasındaki farkı yaratan organizasyon yeni adıyla UEFA Avrupa Ligi. Bu kupayı 2 defa müzesine götüren Tottenham'a karşı, Arsenal'in bu turnuvalarda mevcut başarısı bulunmamakta. Bir dönemler düzenlenen Inter-Cities Fairs Cup'ı Arsenal 1970'de, Belçika'nın Anderlecht takımıyla, ilk maçı 3-1 kaybetmesine rağmen ikinci maçı 3-0 kazanarak kupayı müzesine götürüyor. Toplamda Arsenal'in 2, Tottenham'ın ise 3 tane Avrupa kupası bulunuyor.



DERBİ GÜNLERİ KUZEY LONDRA

Kuzey Londra'da derbi günleri ister maç Arsenal'in stadında ister Tottenham'ın stadın da olsun büyük bir hareketlilik mevcuttur. Bir işiniz var ise diğer sıradan günlere göre tüm hareketlerinizi 1-2 saat öne almalısınız. Metro ve Otobüsler 3-4 katı yoğunluk yaşar. Caddeler sabahtan takımını destekleyen taraftarlarla dolup taşar. Trende, otobüste hiç farketmez maça gidene kadar iki kulübün taraftarları da susmaz. Her ne kadar stresli olsa da, Kuzey Londra için şölen havasında geçer.





Yarınki maç değişik olacaktır. Bir yanda lige istediği gibi başlayamayan Arsenal diğer yanda beklenmedik puan kayıpları yaşamış Tottenham. Bu maça çıkarken Arsenal 7 puanda, Tottenham 9. Tottenham'ın yenmesi demek aradaki 2 puanlık farkı 5'e çıkarması demek. Arsenal için o zaman işler göründüğünden de zor bir hal alacak. Arsenal bu maçı kazandığı taktirde Tottenham'ın 1 puan önüne geçecek ve üst üste 2 maç kazanarak rahat bir nefes alacak. Hem puan savaşı hem de isminden dolayı bizi heyecanlı bir maç bekliyor.

Bir Ada Futbolu: Kuzeyiyle Güneyiyle İrlanda




Bir ülkenin futbol tarihi hakkında film çekecek olursam ilk sırada İrlanda olurdu. Buradaki futbolun beşiğinin Ulster'de kurulduğu söylenir. İrlandalı genç iş adamı John McAlery, İskoçya Edingburg'da balayına gittiğinde ilk defa bir profesyonel futbol maçı izler. Bu oyunun bu kadar organize olunmuş bir şekilde, taraftarlar ve bir çatı altında birleşmesinden etkilenen McAlery, İrlanda'ya döndüğünde ülkesi adına bir Futbol federasyonu kurmaya karar verir. Ülkesine, İskoçya'da ünlü olan 2 futbol kulübünü davet eder ve Ulster'de Ballynafeigh Cricket sahasında bir hazırlık maçı oynamalarını ister. Teklifi kabul eden Queens Park ve Caledonians takımları, 24 ekim 1878'de bir maç yapar ve bu maçı Queens Park 3-2 kazanır. John McAlery İrlanda'daki ilk futbol kulübünü de kuran kişidir. Cliftonville F.C 1879'da kuruldu. Takıma oyuncu bulmak için McAlery o zamanın en çok satan gazetelerinden Northern Whig'e bir ilan vererek, saat 15:30'da takıma katılmak isteyenler için bir seçme yapılacağını bildirilir, daha sonra takım oyuncularını seçer ve Cliftonville tam anlamıyla kurulmuş olur.

1880'nin 18 Kasım'ında Belfast'daki Queens Otelinde IFA (Irish Football Asociation - İrlanda Futbol Fedarasyonu) kurulur. (Şimdinin Kuzey İrlanda Federasyonu). Bu federasyona üye olan tüm kulüpler Kuzey İrlanda bölgesinden olur ve aynı zamanda IFA'nin düzenlediği ilk organizasyon İrlanda Kupasıdır. Bu düzenlenen organizasyonu kazanan McAlery'nin kurduğu Cliftonville'ı 1-0 yenen Moyla Park kulübüdür. Bundan 10 sene sonra 14 Mart 1890'da, İrlanda Futbol Ligi ile ilgili toplantılar başlar fakat lig resmi olarak kurulamaz.

...

İrlanda'nın Ulster bölgesindeki İngiliz garnizonlarında, futbol oynayan İngiliz askerlerini halk hayranlıkla izliyordu. İngiliz askerlerinin oynadığı bu oyun halkın arasında da popüler olmaya başladı. Futbolu, İrlanda halkı İngiliz askerlerden öğreniyordu. Halk oyuna ''football'' değil de ''Garrison Game'' yani ''Garnizon oyunu'' demeye bile başlamıştı. Ulster bölgesindeki (İrlanda'nın kuzey bölgesindeki) halkın futbolu sevmesi ile Leinster Futbol Federasyonu (Leinster Football Association) kurulur. Bu kurulan federasyon, McAlery ve ekibinin kurduğu IFA'nin alt kurumu olarak yürürlüğe girer. LFA yerel bir federasyon olarak kurulur ve hala günümüzde de bu düzeyde hizmet vermektedir.

IFA ilk başta Ulster'de kurulmasına rağmen Ulster ve çevresindeki takımlara yeteri kadar destek olmuyordu. Hatta aksine diğer bölge takımlarını gereğinden fazla destekliyordu. Öyle ki, 1920 yılında, Ligde Belfast bölgesinden sadece 2 takım bulunuyordu. Bunun gibi ayrımcıklar LFA'nin (Leinster Football Association) büyük tepki göstermesine neden olmuştu.


1919 senesinde ''İrlanda Bağımsızlık savaşı''nın çıkmasıyla beraber, Savaş 6 kuzey ülkesinin İngiltere himayesi altına girmesiyle tamamlanıyor. Yani, Kuzey İrlanda İngiltere'nin oluyor. İrlanda adasının güney kısmı bağımsızlığına kavuşurken, Kuzey İrlanda İngiliz sömürgesinde kalıyor. Ada ikiyi bölününce ne Kuzey tarafı ne de güney tarafı aynı çatı altında kalmak istiyorlar. Savaş tamamlandıktan sonra İrlanda Cumhuriyeti kendi adına bir federasyon kuruyor. Football Association of Ireland. (FAI). Bunu fırsat bilen ve kendi bölgesinin takımlarına yeteri kadar ilgi göstermeyen IFA'ye karşı LFA, o dönem yeni kurulan İrlanya Cumhuriyeti Federasyonunun (FAI) çatısı altına giriyor. Bir anda Kuzeyci değil Güneyci oluyor.


Cliftonville F.C 1925:




İki ülkenin(!) en başarılı 2 takımına hızlıca bakalım. İrlanda Cumhuriyeti'nin bu zamana kadar ki en başarılı takımı dün akşam Londra'da Tottenham ile karşılaşan Shamrock Rovers. (1-3) Bizim Süper lig'imize eşit olan ülkenin en üst ligini toplam 16 kere kazanmışlar. Sayısız kupaları var. Kuzey İrlanda'nın en başarılı takımı olarak ise Linfield F.C gösteriliyor. Ligi tam tamına 50 kez kazanmışlar. Ülkelerinde katıldıkları çoğu kupayı kazanmış durumdalar. 93-94 senelerinde ufak çaplı bir Şampiyonlar Ligi serüvenleri de mevcut. 2 takımın da ülke sınırlarını aşan bir başarıları yok.

Kuzey İrlanda ile İrlanda Cumhuriyetini kıyaslamak çok da akıllıca değil. İrlanda Cumhuriyetinde oynanan futbol ''resmen'' profesyonelce. Kuzey İrlanda'da çoğu futbol takımı yarı profesyonel olarak çalışıyor. Az önce yukarıda Şampiyonlar Ligi serüveni bile yaşamış olduğunu okuduğunuz Linfield aslında yarı profesyonel bir futbol takımı. Takımlardaki sözleşmeli futbolcuların çoğunun başka bir mesleği var. Aslında durum biraz dramatik. Kuzey İrlanda İngiltere himayesine girdikten sonra futbol anlamında, İrlanda Cumhuriyeti'nin oldukça gerisinde kalıyor. Her ne kadar tarih adanın Kuzey bölgesinden futbolun hayat bulduğunu söylese de bağımsız olamamak sportif anlamda bir sıçrama yaşamalarını engelliyor.

FIFA'nın Dünya sıralamasında, an itibariyle İrlanda Cumhuriyeti 29. sırada. Kuzey İrlanda ise bu sıralamada ancak 70. sırada yer bulabiliyor. Acaba balayında İskoç futbolunu izleyip, oranın futboluna imrenen genç iş adamı McAlery, 1919 yılında çıkacak savaş nedeniyle bulunduğu adanın iki farklı ülke olacağını bilseydi, ülke futbolu için bu kadar çaba gösterir miydi?

29 Eylül 2011 Perşembe

Rakamlarla 2. maçlar sonunda Şampiyonlar ligi


Şampiyonlar liginde 2. maç gününü de geride bıraktık. Hemen yazının başında söyleyelim. 3. maç günü 18-19 ekim tarihleri arasında oynanacak. Yaklaşık 20 gün beklememiz gerekiyor.

2. maç gününün ardından tahmin edileceği gibi 32 maç oynandı. Oynanan 32 maçta atılan gol sayısı 78. Dünkü Borisov galibiyetinde 5 gol atan Barcelona 7 gol ile şu döneme kadar en çok gol atan takım. Dolayısıyla en çok gol yiyen takım da Borisov. 6 gol ile 2. maçlar sonu en çok gol yiyen takım olmuş durumdalar. Oynadığı 2 maçta 6 puan çıkarmayı başarmış takım sayısı 3. Bunlar Bayern Münih, Real Madrid ve Marsilya. Hiç puan almayı başaramamış takım sayısı 4. Villareal - Otelul Galati, Dinamo Zagreb ve Olympiakos 2. maçlar sonunda puan almayı başaramamış takımlar. En çok gol atılan maç Manchester United - Basel maçı. 3-3 biten maçta toplam 6 gol atıldı.

2 gol atan oyuncu sayısı bir hayli fazla olmasıyla beraber, 3 gol atan Alexander Frei 2. maç günü sonunda gol krallığında zirvede. Yani gol krallığı şuan Basel'li bir oyuncuda. Andre Ayew sadece 79 dakika forma şansı bularak 2 gol atmış. Asist krallığında ise emekli olduğunda ''Şampiyonlar Lig'i CEO''su olması gereken :), Şampiyonlar Ligi tarihinin en değerli oyuncularından biri Ryan Giggs var. Aslında kendisine şuan bir torpil geçiyorum. Giggs kral Toplam 2 asist yapmış ve onunla beraber 2 asist yapmış iki oyuncu daha var. Ama onun ismini diğerlerinden ayırmak istedim. Bilinçaltım beni Giggs'in girdiği her listede ''tek'' olması gerektiğine itiyor :) Onla beraber 2 asisti olan oyuncular Chelsea forveti Torres ve Benfica'lı Gaitan.

İsabetli şut atanlar listesinde zirvede 4 isim var. İnter'den Zarate, Barcelona'dan David Villa ve Messi ve Real Madrid'den Ronaldo. 6 isabetli şut ile bu listenin zirvesini beraber paylaşıyorlar. Akdeniz ülkesi takımlarının futbolcuları burada açık ara önde. 5 isabetli şut ile Benfica'lı Cardozo onları izliyor. Kaleyi bulamayan şutlarda zirvedeki isim 11 isabetsiz şut ile Zenit'li Kerzhakov. Dün oynanan Zenit - Porto maçını izlediyseniz zirvenin en üstünde bu oyuncunun olduğunu rahatlıkla tahmin edebilirsiniz. İsabetsiz şutlarda 2. sırada Messi var. 2 maçta 10 isabetsiz şut da Messi'den. Hem isabetli şut hem de isabetsiz şut listesinde zirvelere oynamak demek hep kaleyi düşünmekten geçebilir zaten. Bu da anca Messi olabilir. Porto'nun vücut olarak ağır siklet ama topla hiç de ağır olmayan forveti Hulk ise isabetsiz şut listesinde 9 şut ile kendine 3. sıradan yer bulmuş.

En çok Ofsayta kalan oyuncu yine en çok isabetsiz şut listesinde 1. sırada olan Kerzhakov. 7 ofsayt pozisyonuna karışmış kendisi. 2. sırada 6 ofsaytla Lyon'lu Gomis var. İnter'den Milito ise 5 ofsayt ile 3. sırada.

En çok faul yapan oyuncu bir forvet oyuncusu. Leverkusen'in forveti Kiessling. 11 faul yapmış kendisi. Top indirmek için yükseldiği toplarda ''el-kol'' kullanmasını aza indirgemek zorunda eğer bu listede daha fazla lider olmak istemiyorsa. Faul yapılan oyuncular listesinde 1 numara eski Galatasaray'lı Ribery. Kendisine 13 faul yapılmış. Merak edenler olabilir diye; Messi'ye yapılan faul sayısı 10 ve zaten kendisi hemen Ribery'nin arkasında 2. sırada.

2. maçlar sonunda Kırmızı kart yiyen oyuncuların sayısı 9. Bu listede 1. sırayı, turnuva boyunca sadece 9 dakika süre almış ve bu süre içinde bir de kırmızı kart görmüş Marsilya'lı oyuncu Rod Fanni'ye vermemiz gerekir. 9 kırmızı kart gören oyuncudan ikisi Marsilya'dan diğer ikisi de Lucescu'nun takımı Shakhtar'dan.

En çok sarı kart gören oyuncu yine Marsilya'dan 3 kart ile Jordan Ayew.

Şampiyonlar ligi'nde açıkcası her şeyiyle son durum bu. Bakalım ilerleyen haftalarda bu istatistikler nasıl bir şekil alacak.

28 Eylül 2011 Çarşamba

Beşiktaş'ın rakibi Stoke City'e yakından bakış





Stoke City'nin geçen hafta Premier Lig karşılaşmasında Manchester United'a karşı sahaya çıktığı ilk 11:


Türkiye ligi'nde Anadolu takımlarının, son yıllarda daha fazla puanlar topladığı gözle görülür bir gerçek. Bazılarımız buna, büyük takımların yanlış yapılanmalarının neden olduğunu savunsa da, ben Anadolu takımlarının işi ciddiye almasına ve farkındalılıklarına bağlıyorum.

Anadolu takımlarının büyük takımlarımızdan aldığı puanlara baktığımızda, genelde hep ana tema bu takımların ''disiplinli oyun''larıyla ilgilidir. Yani agresif savunma, rakibin oynadığı sistemi bozacak bir taktiksel diziliş ve strateji. Beşiktaş'ın şansına da bu ''disiplinli oyun''u Dünyada en iyi yapanla rakip olması. Stoke City. Bizim Anadolu takımlarımız gibi hem oynatmamayı iyi yapan fakat bizimkilerden artı olarak oynayabilen de bir takım Stoke.

Kulübün tarihi 1863'e kadar uzanıyor. 2007-2008 sezonunda Championship'i 2. bitirerek Premier Lig'e play-off'suz katılıyorlar. Bu dönemden sonra herkesin ertesi sene Championship'e geri döneceğini düşünenler yanılıyor ve Stoke City Premier Lig'de kendine çok sağlam bir yer ediniyor. Maçlarını 28.000 kişlik olan Britannia stadında oynuyorlar. Perşembe günü Beşiktaş burada maça çıkacak. Şunu söylemekten çekinmem. Stoke City taraftarı açık ara Premier Lig'in takımına en çok destek veren taraftarı. O stadyum resmen tek yürek olup, takımlarına sonuna kadar destek veriyor. Hani bizler nasıl Beşiktaş'ın İnönü'de arkasına muhteşem bir taraftar rüzgarı olduğunu söylüyorsak, bunu da İngiltere'de Stoke City için rahatlıkla söyleyebiliriz.

Sahaya dizilişleri 4-4-2'nin kombinasyonları. En son oynanan Manchester United maçında rakibin de güçlü olması nedeniyle, en uçta Crouch biraz daha yalnız kaldı. Onun forvetteki partneri Johathan Walters ortasahaya daha yakın oynadı. Bu da ortasahayı daha kalabalık tutmalarına ve o bölgede daha dirençli olmalarına sebep verdi. Yani son maçta biraz 4-4-1-1 gibi oynadılar. İleride oynayan Walters ve Crouch sürekli rakip stoperlerin alanını kapatıyor ve bu bölgedeki oyunculara ciddi baskı yapıyorlar. Bu maçta Beşiktaş'da o bölgede oynayacak oyuncular dikkat etmeli çünkü baskı altında olacaklarına adım gibi eminim. Ortasahanın ortasında oynayan iki oyuncu Delap ve Whitehead hem adam adama markajı hem de alan savunmasını çok iyi yapan, fizik olarak güçlü oyuncular. Bence Beşiktaş'lılar bu maçta Guti'nin olmadığına sevinmeliler çünkü fizik olarak gerek Delap gerekse Whitehead çok güçlüler ve Guti gibi tehlikeli ve kariyerli bir oyuncuya karşı motivasyonları da çok fazla olacağından adamı kaleye döndürmezler ve mümkünce uzak tutarlardı. Bence Beşiktaş'da bu bölgede güçlü bir Fernandes daha yararlı olacaktır Guti'ye nazaran. Stoke City agresif savunma yapmayı seven ve ileride basan bir takım. Bu yüzden Beşiktaş'da bek oynayan oyuncuların fazla ileriye çıkabileceklerini sanmıyorum. Her çıktıklarında arkaya atılan topların büyük tehlike yaratacağı kesin. Ortadaki Delap ve Whitehead bu maçta oynayacak mı bilinmez fakat bu oyuncular kazandıkları topları kanat oyuncularıyla birleştirmeyi çok iyi beceriyorlar. Stoke City'nin kanatlara inmesi demek içerideki ''kule Crouch''ın gol atabilme oranının yükselmesi demek. Genelde ilk 11'deki kanat oyuncuları Ethrington ve Pennant. Bu 2 oyuncu da topla çok süratli oyuncular ve kanattan servis yapmasını çok iyi bilen oyuncular. Takımdaki hiçbir oyuncu ''top class'' olmasa da çoğu o düzey olmaya zamanında aday olmuş oyuncular. Biraz da bireysel tehlikelere göz atalım.

İleride oynayan Jonathan Walters en az Crouch kadar tehlikeli bir oyuncu. Kariyerinde oynadığı en büyük takımın Blackburn ve Bolton olduğu bizleri yanıltmasın. Bu oyuncu aynı zamanda sağ açıkta da görev yapabiliyor bu da demek oluyor ki dribbling yetenekleri üst düzey. Crouch'un yanında top sürme becerisi olan bir oyuncunun tehlikelerinden bahsetmek ahmaklık olur. Crouch'un bu oyuncuya indirdiği toplar son derece tehlikeli olabilmekte.

Crouch zaten kariyeri ile ''ben tehlikeliyim'' diyor. Kimseyi boyu uzun diye İngiltere milli takımında senelerce ilk 11 oynatmazlar. O boyuna göre top hakimiyeti inanılmaz.

Rory Delap. İrlanda'lı futbolcu 35 yaşında. Stoke City'nin Giggs'i diyebiliriz kendisine. Ortasahada o yaşına rağmen inanılmaz savaşıyor ve kolay kolay yıkılmıyor. Ama bence Beşiktaş maçında bizi en çok tedirgin edecek yeteneği taç atışları. Attığı uzun menzilli taç atışlarıyla şu zamana kadar Stoke'a attırdığı gollerin haddi hesabı yok. Bir de içeride Crouch gibi, zıpladığında 2.50(!?) olan bir futbolcu olunca bu taç atışları daha da tehlikeli olabilir.

Sağ açık Jermaine Pennant. Kariyeri de kendisi de korkulası isim. Liverpool, Arenal bu takımlarda oynamışlığı var. Topla çok çabuk hızlanabilen durdurulması güç bir futbolcu. Karşısında oynayacak Beşiktaş'lıya Allah şimdiden kolaylık versin.

Jonathan Woodgate. Tehlikeli bir isim fakat Stoke City menejeri bu oyuncuyu UEFA Avrupa Ligi kadrosuna almadığını açıkladı. Sık sakatlanan oyuncudan sadece İngiltere sınırları içinde yararlanmak isteyen Pulis Beşiktaş'ın da işini kolaylaştıracak bir hamle yaptığını düşünüyorum.

Sonuç olarak Stoke City bu sene Beşiktaş'ın karşılaşacağı en güçlü ekip. Fizik olarak yılmayan bir ekibe karşı Beşiktaş'ın nasıl bir oyun sergileceğini gerçekten merak ediyorum. İbre Stoke'den yana olsa da Beşiktaş'ın dirençli bir kadro ve yetenekli oyuncularıyla skoru alması hayal değil fakat doğruyu söylemek gerekirse kolay da değil. Stoke; disiplinli ve rakibi oynatmamayı planlayan bir strateiye sahip. Kanatları da sık kullanarak topu Crouch ile buluşturma en büyük planları. Bizleri güzel bir maç bekliyor.

27 Eylül 2011 Salı

Galatasaray - Eskişehirspor



Son Karabük maçından sonra insanda tedirginlik oluyor tabi. Galatasaray bu maça çıkarken bizler takımın nasıl oynayabileceğini kestiremiyoruz. Son maçta 10. dakikada 10 kişi kalmış bir Galatasaray, ondan önceki hafta Samsunspor maçında son dakikalarda gelen galibiyet. Galatasaray'lının tek umudu TT Arena'da takımın hep gol istemesi. Fakat yine de, hiç yenilmemiş ve hatta Beşiktaş'ı yenmiş Eskişehirspor maçı tedirginlik yaratmadı değil. 90 dakika başladığında kendi adıma konuşmam gerekirse bende hiç tedirginlik kalmadı. Zaten Galatasaray rakibini rahat, oyuna hükmederek 2-0 geçmesini bildi. Takım gayet pozitif oynuyordu. Peki neden?

İlk gözlemim takım resmen birbirini tanımaya başlamış. Bunu nereden anladım? Takım kimin, nerede, hangi pozisyonda, topu nasıl kaybedeceğini bilmeye başlamış. Mesela Selçuk'a agresif baskı yapıldığında o topun Eskişehirspor'lularda kalabileceğini Melo önceden sezip,onun olası kaybedebileceği topun arkasına geçip, müdaheleyi önceden yapıyor. Bu oyuncuların birbirini tanımaya başlaması demek. Ya da Melo 2 oyuncu arasına girince o mücadeleden yüksek ihtimalle galip çıkacağını bilen Selçuk, kendine pozisyon hazırlayarak bir sonraki atacağı pas için bekliyor. Orta ikiliden örnekler verdim ama çoğu pozisyon için bunu söyleyebilirim. Oyuncular birbirlerini tanıyorlar, kimin nasıl hareket edeceğini, nereye koşu yapabileceğini, nasıl top atıp, nasıl iyi top alabileceklerini yavaş yavaş bilmeye başlamışlar. Aynı şekilde Ujfalusi ile Gökhan'ın da bir uyumu söz konusuydu dün akşam. Ujfalusi, Gökhan'ın yaptığı 1-2 hatayı önceden tahmin ederek kapattı.

İlk 2 hafta Galatasaray 1 tane bile sarı kart görmedi diye herkes seviniyordu. Bunun olumlu tarafı sezon sonu fair play ödülünü almak mı bilemiyorum fakat benim için bunun olumlu bir yanı yok. Takımın ilk 2 hafta kart görmemesi agresif savunma yapmayı bilmemesiydi. Karabük ve dün oynanan Eskişehir maçlarında takımın daha agresif ve istekli takım savunması yaptığını gördük. Evet kartlar arttı ama Galatasaray rakibe de top oynatmadı. Karabük maçında oyun hakimiyeti rakipteydi fakat o uzaktan yenilen gol olmasa Karabük'ün de Galatasaray'ın ceza sahasında top oynadığını söyleyemeyiz. Bu demek oluyor ki Galatasaray kart görmeye başladı yani; istekli ve daha agresif savunma yapmayı artık öğrendi.

Takım olma konusu sadece futbolcuların birbirini tanımasıyla olmuyor tabi. Bir amaç uğruna beraberce hareket etmeleri ve hedefe kitlenmeleri takım olgusunu yaratıyor. Dün Engin'e kramp girdiğinde, Eskişehir'li futbolcular yerde yatan Engin'e aldırmadan oynamaya devam ettiler. Bunun üzerine Kazım'ın sinirlenip hakeme sert çıkması, futbolcuların bu duruma fazlaca tepki göstermesi bir bütün halinde hareket etmeyi öğrenmiş olmalarındandır. Yani, takım olmayı öğrenmiş olmalarındandır. Engin'in bacağına giren kramp sonrası oyundan çıktığında Fatih Terim'den özür dilemesi, ''takımı yalnız bırakmış gibi hissettim'' demeçleri bunun en büyük göstergesidir. Galatasaray hızla takım oluyor.

Taktiksel olarak Galatasaray'ı incelediğimizde oynanan ilk 3 haftalık periyotta, göbekte Selçuk, Melo ve, ya Sabri ya da Yekta oynadı. Melo ile Selçuk'un yeri garanti. Peki bunların yanına nasıl bir oyuncu koymalı. Siz Yekta, Selçuk, Melo, Sabri bu oyunculardan istediğiniz 3'lüyü sahaya çıkarın yine de defansif olacaksınız. Ama bunların yanına Engin Baytar'ı eklerseniz atak adına bir şeyler konuşabiliriz. Baytar atak oyuncusu. Selçuk ve Melo çift yönlü oyuncular. Bu ikilinin arasına siz Sabri'yi de koyun, Yekta'yı da koyun takım savunma ağırlıklı oynamaktan kurtulamaz. İstese de ileride varlık göstermesi daha zor. Fakat Engin Baytar'ın o 2'linin (Selçuk - Melo)önüne girmesi topu ileriye oynamak için yapılmış bir hamledir. Engin oyun görüğü ve oyunu okuyuşu yönünden ataklara zenginlik verebilen oyuncu. Aynı zamanda dün de gördük ki işin savunma tarafını da istekli yapıyor. Sanırım Galatasaray ideal orta 3'lüsünü dün akşam buldu.

Fatih Terim'in Melo'ya 10 numarayı vermesi şuan çok işe yaramış gözüküyor. Oyuncunun karakterini kısa sürede çözen Fatih Terim, forma numarasıyla oyuncunun performansını arttırdı bana göre. Çok doğru bir strateji gibi gözüküyor. Zira 4 maçta 3 gol atmış durumda Melo. Aynı zamanda takımın tüm savunma organizasyonlarının içinde. İleri çıktığı zamanda da doğru zamanlama ile doğru yerde durarak golünü atıyor.

Ujfalusi her geçen gün takıma daha çok yarar sağlıyor gibi. Güçlü, dayanıklı ve bir stoper oyuncusuna göre de hızı çok yeterli.

Hakan Balta dünkü maç uyanmış gibiydi.

Sabri her zamanki gibi tempolu ama dağınık bir havada. 2. yarı daha etkiliydi.

Gökhan Zan golüne rağmen geride ''her an hata yapabilirim'' diye bağırıyor. O hataları yapmasa bu takımda oynayabilecek kıvama gelir.

Selçuk İnan yine çizgisindeydi. Takıma yararı tartışılamaz. Fakat artık yüzünü kaleye dönmek için cesaretini toplamalı. Rakip kaleye yüzünü dönmeye korkuyormuş gibi.

Galatasaray tek forvet oynayacaksa o adam Elmander'dir. dün muhteşem koştu. İnanılmaz mücadele etti. Tek başına ileride savaşarak Eskişehir savunmalarını yordu. Zaten istatistiklerde maçın en çok koşan adamıydı. Yaptığı boş koşularla da ortasahadan gelen arkadaşlarına alan açtı. Bence Elmander çok iyi bir transfer.

Riera fizik olarak hazır da sanki kondisyon olarak hazır değil gibiydi. 2-3 hafta sonra daha kendine gelir. Onun da oyun görüşü ve dribbling kabiliyeti çok iyi, aynı zamanda iyi şutlar çıkarıyor. Yazının başında örnek verdiğim Melo ve Selçuk'un birbirlerini tanıması Balta ve Riera için de geçerli. Birbirlerini tanımaya başlamış bu ikili de.

Kazım çok çalıştı. Hocanın kendisine çok güvendiğini biliyor. Kazım'ın sıkıntısı her pozisyonda sahada kendini göstermek istemesi. Bu iyi bir şey. Fakat kendini hala Galatasaray taraftarına ıspatlama çabası mental olarak kendini rahat hissetmemesini sağlıyor. Attığı paslardan bile onu anlayabiliyoruz. Mücadelesi ve fiziği çok iyi. Teknik kapasitesi yeterli. Mental olarak da hazır olduğunda daha faydalı olacaktır.

Maçı izleyenler ne demek isteyeceğimi daha iyi anlayacaklar. Galatasaray duran toptan ilk golü bulunca futbolcular çok daha rahat oynmaya başladılar. Bu da gösteriyor ki Fatih Terim'in de hep dediği gibi takımda bir güven eksiği var. Gol gelince sanki oyuncular başka oyuncular oldular ve 2-3 kat performans ile oynadılar. O güven sorunu futbolcuların kendi yeteneklerini sahaya yansıtmasını engelliyor. Bu takım zaten ''takım'' olmuş, herkes kenetlenmiş durumda. Güven sorunu da tam olarak atlatılınca takım yeteneklerini sahaya daha efektif ve rahat yansıtabilecek.

Not: Dün Arena'dan eve geldiğimde maçın özetini açtım. Melo'nun Galatasaray'ın tezahuratına, kafa sallayarak sanki ipod'unda bir şarkı dinliyormuş edasında tepki vermesini gördüm. Bu Melo'nun, maçı her saniyesiyle içinde yaşadığına bir örnek, istekli olmasına bir örnek.


26 Eylül 2011 Pazartesi

O bir Maradona, O bir reklam yıldızı!

Bilindiği gibi Maradona'nın işsiz kalması güç. Arjantin milli takımından yollanınca Birleşik Arap Emirliklerinden Al Wasl kulübü Maradona'yı takımın başına getirdi. Bunu yaparken Dünyanın en iyi teknik direktörünü getirmediklerini biliyorlardı diye düşünüyoruz. Gerçi orada oynanan futbolun çağımızın çok geride kaldığını düşünürsek, oradaki kulüp yöneticilerinin Maradona'nın oyunculuk yetenekleri ile, teknik direktörülük yeteneklerinin aynı olduğunu düşündüklerini söyleyebilir miyiz? Söyleyebiliriz ama söylemek istemeyiz.

Tabi ki Maradona oraya Al Wasl takımını Dünyanın en iyi takımı yapmak için gitmedi. Maradona 109 yaşına gelse de nerede ne yaptığı merak edilen, gittiği her yerin tanıtılmasına yardımcı olabilecek sansasyonel bir isim. Kulübün reklamı için düşünebilinecek biri. Tabi sadece kulüp değil. Maradona Birleşik Arap Emirlikleri'nde git gide büyük bir reklam yıldızı olmaya başladı. İşte son reklamından bir afiş.




25 Eylül 2011 Pazar

Kobe üzerinden takım analizi

Bildiğiniz gibi Kobe Bryant Türkiye'ye geldi. Gelme sebebi bu olmasa da Nike ile Galatasaray'ın sponsorlukları gereği Kobe Bryant, Galatasaray antrenmanına uğradı. Oyuncular ve teknik heyet ile tanıştı. Parçalı giydi, penaltı attı, attırdı. Dikkatimi çekti de teknik heyet ve bazı futbolcular Kobe Bryant ile tanışırken resmen karakterlerini yansıtmış. Biraz inceleyelim :)





1)Kobe, Fatih Terim ile tanışırken. Bilemedim ya da Fatih Terim ile Kobe tanışırken. Hocayı tanımayan-ki Kobe'nin tanımadığına eminim- ilk izlenim olarak hocadan ''hem sever hem döver'' izlemini alır. Canlı izlerken bunu hissettim. Fotoğraflara bakarken de resmen doğrulandı. Zaten diğer paylaşacağım fotoğraflarda da aynı şey geçerli. Tanışma faslını canlı izlerken yaptığım analizleri fotoğraflarda da kontrol ettim, uyuyor. Neyse. Hocanın gülüşüne dikkat. O gülüş hocanın ''baskın'' karakterinin ürünü. Karşıdaki Kobe de olsa böyle Emre Çolak da.





2)Taffarel. Yaklaşımına dikkat edin. Sanki birazdan antrenmana başlıcaklar Kobe ile. Gözlerinden pozitiflik damlıyor. Her zamanki gibi samimi.





3)Elmander. Resmen güven veriyor. Güçlü olduğunu, gözlerini Kobe'ninki ile birleştirerek adama hissettiriyor. Eminim Kobe'nin elini bu fotoğrafta gereğinden fazla sıkıyordur. Türkiye'ye geldiğinde demişti hatırlayın. ''I will score too many goals to Fenerbahçe''; güven veren.



4)Ujfalusi değil mi o? Adamın elini sanki bilek güreşi yapacaklar gibi tutmuş. O saçlar ve sakallar ile Kobe bu adamın bir savunma oyuncusu olduğunu tahmin edebilir. Kalın adam vesselam.



5)Kazım Kazım, Colin Kazım. Twitter'da yazdıklarıyla tanısaydık Kazım'ı ve gerçekte bilmeseydik, çok fırlama, deli dolu, her maç formunun zirvesinde bir yıldız olduğunu düşünebilirdik. Kendi içinde bir kahraman ama dışarıda uslu bir kedidir kendisi. Sahada da kahramanlığını 3 maçta 1 görürsek bizim için iyi sayılır. Kobe ile tanışma esnasında da bu var. O twitter'da ve zaman zaman sahada içi içine sığmayan Kazım sanki Kobe onla tanışır havalarında. Kazım'ın NBA hastası olduğunu tahmin edebiliyorum. Böyle cool böyle sakin durduğuna bakmayın o sağ elini Kobe'nin hatrına 2 gün yıkamaz.




6)Takım kondisyoneri Adam. 2 Amerikalı yan yana. Takımının ziyaretine gelen Kobe'ye ''Merhaba'' diyor Adam. İçi dışı bir. Teknik heyetten biri olduğu belli, hatta kondisyoner olduğu da. Adam'ın sol eline dikkat. O ''body'ci duruşu''ndan geliyor. Kobe ile tanıştıktan sonra kendi antrenmanını tamamlamak için halterin altına girip bench antrenmanını tamamlayacak.




7)Ufuk bu. Geçen hafta çoğu Galatasaray'lıyı delirten. Duruşuna dikkat edin. Utangaç. Sahadaki Ufuk ile benzerlik var değil mi? Hamle yapmaya çekinen Ufuk. Daha girişken olsaydı belki geçen hafta Karabükspor'dan öyle bir gol yemezdi. Risk al Ufuk risk. Kobe seni yemeyecek.




8)Engin Baytar. Şenol Güneş'in Trabzonspor'dan gönderdiği, Fatih Terim'in kucak açtığı Baytar. Ulan yanında Dünyanın en önemli sporcularından biri duruyor bizim fırlama hala makara peşinde. Üstelik Yekta'yı da bir şekilde olayın içine katmış. Kobe Baytar için ''takımın disiplinsiz oyuncusu'' yorumunu yapmış mıdır acaba içinden. Ya da her oyuncu için tek kelime söylemesini isteseydik ''fırlama'' der miydi? ''bastard''.

Güven = Mourinho


Dün oynanan Real Madrid - Rayo Vallecano maçını izlemişsinizdir ya da izlememişsinizdir. Ama Mourinho'yu futbolla ilgili biri olarak az çok bilirsiniz. Açık konuşayim. Mourinho hangi takıma giderse o takıma karşı sempatim oluyor. Real Madrid'i zaten severdim fakat Mou'nun gidişi ile daha da sevmeye başladım. Neden öyle olduğunu düşündüğüm zamanlarda hep cevabım belli. ''adam bazı şeyleri aşmış''. Dün oynanan maçta Di Maria'nın oyundan atıldığı pozisyondan sonra Mourinho, Rayo Vallecano hocasının yanına gidiyor ve elini sıkıyor. Hani ''kazandınız tebrikler'' gibilerinden. Aynı zamanda gülümsüyor, yani bir tebessüm var suratında. Bunun anlamı sadece ''bazı şeyleri aşmak'' olabilir. Adam dünyanın en önemli kulübünün teknik direktörü. O durumda aslında stres altında olmalı. Real Madrid'de baskıyı hissetmeyen bir teknik direktör olmamıştır bu zamana kadar.

Dünkü maçın hangi periyoduna bakarsanız bakın Mourinho'nun surat ifadesinden stresli olduğunu görmeniz mümkün değil. Bu rakibin büyüklüğü küçüklüğü ile ilgili bir durum değil. Barcelona maçında da çok rahat. O kadar rahat ki Barça'nın bench'ine laf atabilecek, takılabilecek kadar.

Ne demek istiyorum; Mourinho'nun yerinde Real Madrid'in başında şu an başka bir teknik direktör olsaydı gerek yönetimden, gerek tribünlerden uğultular başlamıştı. Geçen sene şampiyon olamamışsınız. Şampiyonlar liginde beklenilen seviyeye gelmemişsiniz. Her zafere giden yolda ezeli rakibiniz Barcelona'ya takılmışsınız. Başka bir hoca olsaydı şu ana kadar kredisini tüketmek üzereydi. Ama söz konusu Mourinho olunca bu sesler çıkamıyor. Çıkamamasının 2 nedeni olduğunu düşünüyorum. En büyük nedeni;

*Bu adamın kendine olan inanılmaz güveni. Her platformda kendini ve kendi takımının en iyi olduğunu savunan biri. Şartlar ne olursa olsun. Barça'dan 5 yediğinde de böyle, Şampiyonlar liginden elendiğinde de ya da Şampiyonlar ligini kazandığında da. Bu tabi ki taraftarların ve yönetimin hoşuna gidiyor. Bu güvenini ona sağlayan şey de şüphesiz ki geçmişte yaşadığı başarılar. Bir takıma hoca olarak güven hissettirebilmek çok önemlidir. Galatasaray'ın UEFA'da başarılı olmasının sahadaki oyuncu kalitesi kadar Fatih hoca'nın kendine ve oyuncularına güvenidir. O güveni hocada gören futbolcular kendilerine de güvenmek zorunda. Aksi taktirde o takımda forma giymeleri zor zaten. Aynı şekilde Zico dönemindeki Fenerbahçe'nin de bu güveni zaman zaman hissettirdiğini düşünenlerdenim. Bu güveni sağlamasının sebebi de Mourinho'nun cesur olması. Örnek vermek gerekirse dün oynanan Vallecano maçında takım 1-0 gerideyken Mourinho ortasahada iki yönlü olan oyuncu olan Lass Diarra'yı oyundan alarak yerine Mesut'u koydu. Maç zaten 1-0'ken alınan büyük risktir aslında bu. İster evinizde ister deplasmanda olun koskoca ortasahayı 1 futbolcuya bırakmak atak organizasyonlarınızı fazlalaştırsa da geride büyük açıklar vermenize ve ortasaha hakimiyetinizi rakip takıma hediye etmenize neden olabilir. Lass'ı çıkarıp yerine Mesut'u koyunca koskoca Real Madrid ortasahasında Xabi Alonso tek başına mücadele etmek zorunda kaldı. Takım Mourinho'nun bu cezur hamlesine iyi reaksiyon vererek 10 kişi kalsa da kazanmasını bildi. Dediğim gibi 1-0 geri durumdayken ortasahada mücadele eden bir oyuncuyu çıkarıp zaten oyunda olan oyun kurucu Kaka'nın yanına bir başka oyun kurucu Mesut'u koymak risktir. Rakip kim olursa olsun bu böyledir.

*Mourinho'nun çalıştırdığı takımlarda kredisinin herkesden fazla olmasının bir diğer nedeni ise taraftarların ve yönetimin ''Mourinho'dan daha iyisi mi var'' düşünceleri. Bu, bir düşünceden çok kanıtlanmış bir gerçek aslında. Nasıl Galatasaray'ın başına Rijkaard geldiğinde ve takım sendelemeye başladığında taraftar: ''bundan iyisi kim olacak Mourinho'mu gelecek yani durun acele etmeyelim'' dediyse aynı durum Real Madrid için de geçerli ki bu sefer gerçekten de Mou var takımlarında :)

Evet Real Madrid'in oynadığı futbola bakılınca son bir kaç haftayı çıkarırsak olumlu aslında. Fakat böyle büyük kulüpler için iyi futbol yeterli değildir. Her zaman o kupa alınmalı. Aksi taktirde Dünyanın en pozitif futbolunu oynasanız da başarısız sayılırsınız. Mourinho'nun Real Madrid'de başarısız olduğunu söylemekden hep korkuyorum. Şunu da söylemek yanlış olmaz heralde. Mourinho ve Real Madrid için de şampiyonluk yoksa başarı yok demektir.

Taraftarlar ve yönetim de, La Liga'daki Barcelona hükümdarlığını durdurabilecek tek adamın Mourinho olduğunu biliyorlar. Öyle ki Real Madrid başkanı Perez geçen gün yaptığı açıklamada oyuncularına ve ''Dünyanın en iyi teknik direktörü'' Mourinho'ya sonuna kadar güvendiğini söylüyor. Mourinho'nun verdiği güven öyle bir güven ki gerek taraftarlar, gerek yönetim hep yarına umutla bakabiliyor.


Chelsea bench'inde bir kadın

Sezon başında Stoke City ile Lig maçına çıkan Chelsea'nin yedek kulübesinde bir kadın gözlere çarpıyor. Bu kadının ismi Eva Carneiro. Kendisi an itibariyle Chelsea'nin ''reserve'' takımının doktoru. Kendisi aynı zamanda 2008'deki Pekin olimpiyatlarında İngiliz bayan atletlerin de doktorluğunu yapmış. İşte o maç ve Bench'deki Eva.





24 Eylül 2011 Cumartesi

Brendan Rodgers | Swansea Menejeri





Bu adam Premier Lig takımlarından Swansea'nın menejeri, bizim futbol dilimizle teknik direktörü; hocası. Aslında Premier Lig ekiplerinden diyorum fakat Swansea geçen sene Championship'de mücadele ediyordu. Yani Brendan Rodgers bu takımı Championship'den Premier Lig'e çıkartan menejer.


Hikayesi değişik. 1973 doğumlu, Kuzey İrlanda vatandaşı. Futbolculuktan 20 yaşında emekli oluyor. Açıkcası oyunculuğu ile kayda değer bir şeyler söylemek güç. Muhteşem yetenek değilseniz, 20 yaşında emekli olduğunuzda bunu birilerinin farketmesi güç. Kısa futbolculuk döneminde, 1987 ile 1989 yılları arası Kuzey İrlanda takımlarından Ballymena United'da forma giydikten sonra 1990 senesinde Reading'e transfer oluyor. Bu transfer onun aslında futbolculuk değil menejerlik kariyerinin başlangıcı oluyor. Burada tam bilinmemekle beraber tahminen 1-2 sene oynadıktan sonra futbolu bırakıyor. Yani Reading Rodgers'ın futbol oynadığı son takım.


1995 yılında henüz 22 yaşındayken ''Reading Academy''nin genç takım sorumluluğuna getiriliyor. 22 yaşında, kendisine genç takımın sorumluluğunun verilmesi eğitimli biri olmasından kaynaklanıyor. Kuzey İrlanda'da ufakken başarılı bir öğrenci olduğu söyleniyor ve ana dili İngilizce'nin yanında akıcı şekilde İspanyolca konuştuğu da biliniyor. Genç takımın başına geçmesi, taktik bilgisinden daha çok, genç oyuncuları her konuda eğitebilecek bir öğretmen sıfatına sahip olması aslında. Brendan Rodgers'ın bu dönemden sonra futbolu öğrendiğini söylemek mantıksız olmaz. Sahada gençleri eğitirken kendisi de deneme yanılma yöntemiyle kendini geliştirme fırsatı yakalıyor.





Rodgers uzun dönemler Reading'in genç takım antrenörlüğünü yaptı. 2004 senesinde kendini çok heyecanlandıran bir teklif aldı. Porto'da büyük işler yapmış, Şampiyonlar ligine kadar alınmadık kupa bırakmamış, bir dönem sir Bobby Robson'ın öğrencisi olan Mourinho'nun Chelsea'nin başına geçtiği bilinirken, bu adamın İngiltere'ye gelip Rodgers'dan başına geçtiği Chelsea'nin genç takım antrenörü olmasını istemesi gerçekten onu çok heyecanlandırmıştı. Genç takımdan sonra ''reserve team''in de başına geçecekti. Burada Mourinho ile çok güçlü dostluklar kurdu ve ondan hem taktik hem de oyuncu ilişkileri anlamında çok şeyler öğrendi.


Mourinho Chelsea'den ayrıldıktan sonra, Rodgers'ın Mourinho'nun menejerlik yeteneklerinden kesinlikle bir şeyler kapmış olabileceğini düşünen ''çakal'' Championship kulüpleri kendisi ile ilgilenmeye başladı. 2008 yılında Championship takımlarından olan Watford ile sözleşme imzaladı. Üstelik bu sefer genç takım antrenörlüğü de değildi. Rodgers tam yetki ile Watford menejerliğine getirildi. Burada kısa süre kaldıktan sonra Reading'in menejerlik koltuğunun boşalması ile kendisine Reading cephesinden bir teklif yapıldı ve aklının zaten hep Reading'de olduğunu belirterek Reading'in menejeri oldu. Düşünüldüğünde, yetiştiği ve büyüdüğü Kuzey İrlanda'yı bırakarak 1990 senesinde sadece 17 yaşındayken, İngiltere'ye Reading'e gelip ve 2004 senesinde kadar bu kulüpte kalan biri olarak, o kulübün menejeri olmak kendisini şüphesiz ki heyecanlandırmıştır. Fakat burada da parlak yıllar geçiremeyecekti. İlk galibiyetini aylar sonra Carling kupasında Burton Albion'u 5-1 yenerek alan Rodgers, kötü sonuçların ardından kulüple karşılıklı olarak sözleşmesini feshetti.

2010-2011 senesinin transfer döneminin başında Swansea City'den teklif alan Rodgers bu teklifi kabul ederken Championship'de mücadele eden takımını Premier Lig'e çıkaracaktı. İşin garibi bu sezon Premier Lig'e yükselmek için Reading ile karşılaşan Rodgers'ın öğrencileri, Wembley'de Reading'i 4-2 yenerek Premier Lig'e yükseldiler. Aynı sezon içerisinde Rodgers ''Championship'de Ay'ın menejeri'' ödülüne de layık görüldü. Premier Lig'de ilk galibiyetini geçtiğimiz hafta West Bromwich'e karşı 3-0 kazanarak aldı.

Bu sezon Premier Lig'in ilk haftasında şansız bir fikstüre kurban gittiğini söyleyebiliriz Brendan Rodgers ve öğrencilerinin. Muhteşem transferlerle sezona iddalı giriş yapmak isteyen Manchester City'e Etihad stadyumunda konuk oldular. Aguero'nun coştuğu maçta 4-0 yenilmekten kurtulamadılar. 2. hafta evlerinde Wigan ile 0-0 berabere kaldılar. Bu da Rodgers ve öğrencilerinin Premier Lig'de puan ile tanışmaları demekti. 3. maçta da Sunderland ile de kendi evlerinde 0-0 berabere kalarak puanlarını 2'ye yükselttiler. PL'deki 4. maçlarında Arsenal'e Emirates stadyumuna konuk olan Swansea pozisyon bulmasına rağmen, sezona iyi başlayamayan Arsene Wenger'in öğrencilerine 1-0 yenilmekten kurtulamadı. Geçen hafta kendi sahasında West Brom'a karşı 3-0 kazanan Rodgers ve öğrencileri ilk galibiyetlerine alarak Premier Lig'e ''Merhaba'' dediler.




Brendan Rodgers'ın oyuncu ilişkilerinin taktik bilgisinden daha üstün olduğu bir gerçek. 1995'de Reading'in genç takım sorumlusu olduğunda kendisini oraya getirenlerin onun bu yeteneğini görüp onu bu yaşta bu göreve layık gördükleri ortada. Mourinho ile kendini taktik yönünden de geliştiren Rodgers yakın zamanda daha büyük kulüplere gidebilir. Menejerlik için genç bir yaşta olduğunu ve daha tecrübelenerek daha büyük işler yapabileceğini söylemek hayalcilik olmaz. Belki Dünya çapında olmasa da Premier Lig ve Championship'in ''tecrübeli'' menejerlerinden biri olması muhtemel.


Kendisi ile ilgili yazının sonunu Mourinho ile aralarında geçen bir konuşma ile kapatmak güzel olacaktır.

Premier Lig'in ilk haftasında Mourinho eski yardımcısı Brendan Rodgers'ın takımının Manchester City ile oynayacak olduğunu öğrenir. Mourinho bunu duyunca Blackberry'sini eline alır ve Swansea menejeri Rodgers'e ''İlk maçın Manchester City deplasmanı dostum, 3 puanın garanti'' şeklinde mesaj atar. Bunu gören Rodgers Mourinho'nun bu derece emin konuşması sonucu güler.







23 Eylül 2011 Cuma

La Liga'nın tepesindeki takım: Real Betis

''La Liga'da 4. maçlar sonunda lider kim olacak?'' diye bir bahis açılsaydı Real Madrid'e 1.40, Barcelona'ya 1.20 verilirdi heralde en fazla. Peki Real Betis'e kaç verilirdi? Eminim ki oran, bahiscilerin hayalini süsleyecek cinsten olurdu. La Liga'da 4. maçlar oynandı. Ligin en üstünde 4 maçını da kazanan Real Betis bulunuyor. Üstelik bu takım geçen sene İspanya 2. liginde mücadele ediyordu. Tabi ki ilerleyen günlerde nasıl bir performans sergileyecekleri muamma. Fakat La Liga'nın ilk 4 haftasında tüm maçlarını kazanamayan Barcelona ve Real Madrid'e karşı Real Betis'in böyle bir performans ile lige giriş yapması, üstelik geçen sene 2. ligde mücadele etmiş bir takım olarak, dikkat çekici. Barcelona Real Betis'in 4 puan, Real Madrid ise 5 puan gerisinde. En yakın rakipleri 2. sıradaki 10 puanlı Valencia.

Ptos.P.J.P.G.P.E.P.P.
1Real Betis124400
2Valencia104310
3Málaga94301
4Barcelona84220
5Sevilla84220
6Levante84220
7R.Madrid74211
8At.Madrid74211
9R. Sociedad74211
10Espanyol64202




Real Betis bu sene La Liga'da ilk maçını deplasmanda Granada ile oynadı. Maç uzun süre 0-0 giderken dakika 87'de 1981 doğumlu forvet Ruben Castro sahneye çıktı ve üst üste gelecek galibiyet serisinin ilk golünü maçın sonlarına doğru attı. İşte o gol:


Bu galibiyetten sonra bir sonraki hafta iç sahada Mallorca'yı ağırlıyor Real Betis. Maçın deplasmanda oynadıkları Granada maçı ile çok farkı yok. Dakika 86'da arka direkte yine Ruben Castro, yine 1-0! O maçtan görüntüler:


Bir sonraki hafta Real Betis zorlu Atletico Bilbao deplasmanına gidiyor. İlk dakikalarda bulduğu goller ile skoru 2-0'a getiriyor. Daha sonra ilk yarının sonlarına doğru Atletico Bilbao golü buluyor. Tam ilk yarı bitecekken Real Betis'in kazandığı penaltı ilk yarı skorunu belirliyor 1-3. 85'de Atletico Bilbao'nun attığı penaltı golü maçı çevirmeye yetmiyor ve Betis bir deplasmandan 3 puan daha çıkarmayı başarıyor. Bu maçta şüphesiz ki 10 numara Etzebarria'nın 7. dakikada bulduğu frikik golü takımın kazanmasına büyük rol oynuyor. 13. dakikada 23 numara Nacho'nun sol kanattan taşıyarak yarattığı gol ise Atletico Bilbao'nun tamamen gardını düşürüyor. İlk yarının sonundaki Salva Sevilla'nın penaltısı ise Bilbao'nun 2. yarıya umutlu çıkmasını engelliyor. Maça bakalım:


Ve 4. hafta sonunda kendilerini lider yapacak maç. Real Betis - Zaragoza. Bu maçı da 4-3 almayı başarıyorlar. Santa Cruz bu maçta sazı eline alarak 2 gol atıyor ve galibiyette büyük pay sahibi oluyor. Takımın kazandığı 2 penaltının da bu galibiyette payı olduğunu söylemek lazım. Maç:



Dışarıdan maçlara baktığınız zaman Real Betis'in kazandığı penaltıların ligin en tepesinde olmalarına yardımcı olduğunu söyleyebilirsiniz. Fakat bir gerçek var ki Real Betis pozitif futbol oynuyor. Eğer 5. futbol ülkelerindeki(!) play-off sistemi La Liga'da da uygulanıyor olsaydı buraya oynayabilecek kalitede futbol oynadıklarını söyleyebilirdim. Ne yazık ki(!) play-off yok La Liga'da. Son olarak da takımın kanatları çok iyi kullandığını ve kanat varyasyonlarını çok şekilli uyguladıklarını söyleyebilirim. Santa Cruz gibi bir forvetiniz var ise, kanatları kullanmamak ahmaklık olurdu zaten. Uzun lafın kısası La Liga'nın tepesinde beklenmedik bir takım var şuan. Hem de şans eseri olduğunu düşünmediğim bir şekilde. Pozitif futbol ve mücadele ile.


22 Eylül 2011 Perşembe

1983'de oynanan Trabzonspor - İnter maçlarından

Trabzon'un Trabzon'da 1-0 kazandığı ilk maç:


Milano'da oynanılan ve Trabzon'un 2-0 kaybettiği maç. Başlıklardan Trabzon'un kaybettiği açıkca anlaşılıyor.

Owen Hargreaves'in ilk maçı ilk golü ve mutsuz Balotelli

City'nin, Manchester United'dan transferi Hargreaves takımla çıktığı ilk maçında golünü attı. City'nin Carling Cup'da Birmingham'ı yendiği 2-0'lık maçın ilk golünü attı. Ayrıca Balotelli'nin gol attıktan sonra ''daha'' mutsuz olduğu artık bir gerçek. Bence bu adamı Mancini savunmacı falan oynatsın ya da atağa hiç çıkmayan bir futbolcu rolü versin. Gol attığında utanmasa ağlayacak. Mancini geniş kadro kurma konusunda başarılı gibi fakat kesenin de açık olduğunu unutmamak lazım.


İnter'in yeni hocası Ranieri'yi tanıyalım


Ranieri futbolcu olarak ilk profesyonel imzasını Roma'ya attı. O sene sadece 6 maçta görev alabildi ve 1 aylığına Siracusa'ya kiralandı. Defans oyuncusunun, futbolculuğunda Palermo ve Catania'da da oynamışlığı var.

Teknik Direktör olarak ilk büyük takımı Napoli. 1991 ile 1993 seneleri arasında Napoli'yi çalıştıran Ranieri'nin bu takımda en büyük başarısı Serie A'yı 4. bitirmek. Bu döneminde akıllarda kalan en önemli olay ise Maradona'nın Napoli'den ayrılmasından sonra onun yerine takıma Zola'yı getirmesidir.

1993'de Napoli'den ayrılarak Fiorentina'nın başına geçti ve burada bir İtalya Süper Kupası ve İtalya Kupası kazandı.


1996'da Fiorentina'dan ayrılan Ranieri o sene Valencia ile anlaştı. Burada İspanya Kral kupasını (Copa del Rey), UEFA Intertoto kupasını ve UEFA Super Kupasını kazandı.

1999'da Valencia'dan ayrılarak Atletico Madrid'e geldi fakat burada parlak bir sezon geçiremeden 2000 senesinde görevinden alındı.

2000 ile 2004 seneleri arasında Chelsea'nin başındaydı. İlk senesinde İngilizcesinin yetersiz olması takımda sıkıntılar yarattı. Takım o sene ligi 6. sırada bitirdi ve UEFA Kupasına katılabildi. O sene takım için her şeyini veren ve fazladan mesailer yapan Ranieri transfer sezonunda takıma Frank Lampard, Emmanuel Petit ve Zenden gibi isimleri kattı. Defansa da William Galas'ı alan tecrübeli teknik direktör bu dönemde 30 milyon pound'a yakın para harcadı. Tüm bu harcamalar ve yatırımlara rağmen takım tekrar Premier Lig'i 6. bitirdi. Fakat FA CUP finaline kaldı. Finalde 2-0 Arsenal'e boyun eğdiler. 2003'de Abramovich'in takımı satın almasıyla beraber Ranieri transfere 120 milyon pound harcadı. Bu süreçte takıma aldığı oyuncular: Damien Duff, Wayne Bridge, Joe Cole, Glen Johnson, Veron, Crespo, Makalele ve Mutu. Bu yatırımlardan sonra takım namağlup ligi şampiyon bitiren Arsenal'in ardından 2. sırada bitirdi. Bu da Şampiyonlar Ligine direk katılım anlamına geliyordu. O sene takım en az gol yediği sezona ulaşırken en çok puan topladığı sezona da ulaşıyordu.


2004'den sonra tekrar Valencia ile anlaşma sağladı. Burada geçen seferki Valencia serüveni kadar başarılı olamadı ve UEFA Kupasında Steaua Bükreş'e elenmesiyle buradan da kovuldu.

2007'de 23. Serie A maçından sonra Parma o dönemki hocası Stefano Pioli'yi kovdu ve yerine Ranieri'yi getirdi. İlk maçında Sampdoria'ya 1-0 yenilmesine rağmen takıma getirdiği hava ve galibiyetlerle Parma kulübünün puslu havasını dağıtmayı başardı. Bu başarısı Fulham, Manchester City gibi İngiliz takımlarının ilgisini çekmişti.

Fakat o Juventus ile 3 senelik anlaşma imzaladı. Takım bir önceki sezon Şike cezası nedeniyle Serie B'de mücadele etmesine rağmen Serie A'ya dönüşünde Ranieri'nin önderliğinde ligi 3. bitirmeyi başardı. Ertesi sene Mourinho ile ağız dalaşına giren Ranieri, Portekizli ile ile bu psikolojik savaşı kaybedip bir de üstüne 7 maç galibiyet göremeyen Juventus'u yaratınca takımdan gönderildi.

2009'da Roma'nın başına geçirildi. Böylelikle futbolcuyken ilk profesyonel imzasını attığı takıma geri dönmüştü. Ranieri Roma'nun başına geçince takım bir sıçrama yaşadı fakat uzun vadede elde tutulur bir başarı gelmeyince Ranieri görevini bıraktı. Buradaki son maçı 3-0 önde oldukları Genoa maçında 4 gol yiyerek kaybettikleri maç oldu.

Şimdi ise Ranieri, Gasperini'nin topal bıraktığı İnter'in başına geçti.

En büyük özelliği kendine güvenini kaybetmiş bir takıma kaybettikleri güvenini geri kazandırması. İnter'in başında nasıl bir performans sergileyeceğini merakla bekliyoruz. Gasperini'den kötü olabilir mi?


21 Eylül 2011 Çarşamba

Karabükspor - Galatasaray


Benim için bugün galibiyet kadar, Galatasaray'ın gelişimini görmek de önemliydi. Bir önceki maç olan Samsunpor maçına göre daha iyi şeyler yapan bir takım görebilmenin önemini biliyordum. Yeni oluşan bir takımın beraber oynayarak, oyuncuların birbirlerini tanımasıyla daha iyiye gidebileceğini biliyorum. Bu yüzden takımın bu zamana ihtiyacını olduğunu bilmem ile beraber her geride kalan maç sonrasında da takımın nasıl bir yol kattettiğini gözlemlemek isterim.

Her şeyden önce Fatih Terim yol kattetmiş ve takımın nasıl oynaması gerektiğini görmüş. Bunu maç kadrosu açıklanınca farkettim. Hoca 4-4-2'nin Galatasaray'a daha yakışır bir diziliş olacağını ve elindeki oyuncu profillerinin bu sisteme daha kolay adapte olabileceğini görmüş ve ona göre taktiği değiştirmiş. Bu Galatasaray adına sevindirici. Yıllar sonra çift forvetin Galatasaray'a faydalı olabileceğini düşündük. Nitekim maç başladığında da 2 tane net gol pozisyonu buldu takım. Biri Elmander'in kalecinin üstüne vurduğu, diğeri ise Sercan'ın karşı karşıya pozisyonda aşırtma denemesi. Topun hakimi de Galatasaray olduğundan, oyunu ayağa daha iyi oynayan bir Galatasaray vardı. Yani; 4-4-2 Galatasaray'ın taktiğiydi.

İşler yolunda giderken Muslera'nın hatalı çıkışı ve takımı 10 kişi bırakması, heralde taraftarlar kadar Riera ve Sercan'ı da üzmüştür. Muslera'nın atılması sonucu Fatih Terim, Riera'yı oyundan aldı ve bu da oyuncunun daha 2. maçında oyundan erken çıkmasına neden oldu. 10 kişi kalmanın dezavantajıyla ikinci yarıya Fatih Terim, Sercan - Sabri değişikliği ile başladı ki bu da Elmander'in ileride daha yalnız kalması demekti. Aslında ilk 10 dakika Galatasaray için çok iyi şeylerin göstergesiydi. Ayağa oynama, dirençli ortasaha ve kanatları çalışan bir takım. Fakat bunu ne yazık ki yeni kaleci Muslera yüzünden Galatasaray'lılar göremedi. Umarım ki Fatih Terim pazartesi günü oynanacak Eskişehirspor maçında takımını Arena'ya 4-4-2 dizilişi ile çıkarır, bizler de Karabük maçının ilk 10 dakikasının tesadüf üzerine olmadığını daha iyi görmüş oluruz.

Takımın 10 kişi kalması tabi ki çok kötüydü fakat Galatasaray'ın bir ''takım'' olma yolundaki çalışmaları bir gerçek. 80 dakikaya yakın çok az takım kalesini rakipten 1 kişi az oynayarak koruyabilir ve o maçı berabere bitirebilir. Atılan penaltı öncesi yedek kulübesinin penaltıya bakamayacak kadar heyecanlanması, futbolcuların arkasını dönmesi ve dua etmeleri. Bunlar forma uğruna beraber hareket etmenin göstergesidir ve uzun vadede Galatasaray'ın ihtiyaçı olacak bir olgudur.